13 Ekim 2016 Perşembe

Partizan - Kızıl Yıldız Derbisi - 17 Eylül 2016

Merhaba, ölmeden önce yapmam lazım listemdeki; "Partizan - Kızıl Yıldız maçına gitme" maddesini gerçekleştirdim. Biraz uzun bir yazı oldu ama aklınızdaki tüm soruların cevaplarını bulabileceğinize inanıyorum. Keyifli okumalar :)



Belgrad'daki 2. günüm maç günüydü. Knez Mihajlova caddesinde kaldığım için şehirdeki atmosferi görebilme şansım vardı. Uyanıp kahvaltımı ettikten sonra caddeyi boydan boya dolaşıp gitmem gereken birkaç yere gittim. Hava oldukça iyi olmasına rağmen şehirde derbi havasından eser yoktu. Biz böyle derbi günlerinde şehrin her tarafında formalı taraftarlar görmeye alışık olduğumuz için biraz şaşırmadım değil ama başka blog sitelerinde de okuduğum kadarıyla Avrupalılarda böyle bir durum söz konusu.

Maç saati yaklaşırken yavaştan stad yoluna koyuldum. O sırada Aziz Sava Katedrali civarında olduğum için stada gidişim çok da zor olmadı. Yürüyerek 20 dakika civarı bir sürede ulaştım. Bilenler bilir, stadın olduğu bölgeye ulaştığınızda yokuş yukarı çıkıyorsunuz. İşin ilginç tarafı da burada karşınıza çıkıyor. Yokuş ikiye ayrılıyor. Ortasında bir park var, sağa taraftan çıktığınız zaman Partizan'ın, sol taraftan çıktığınız zaman ise Kızıl Yıldız'ın stadına varıyorsunuz.

Stada varır varmaz bilet kuyruğuna girdim. Aslında amacım Grobari içinde izlemekti ama daha sonra her iki tribünü de rahatça izleyebilmek için bizim Maraton olarak tabir ettiğimiz yerden biletimi aldım. Bilet fiyatı 1000 dinardı, yani yaklaşık 27-28 lira. Sudan ucuz dediğinizi duyar gibiyim zira hakikaten de öyle.

Bilet alırken enteresan bir olay yaşadım. Adamın teki bilet alabilmek için kuyruğun yanında durmuş herkesten para istiyordu. Benden de isteyince turist olduğumu ve ne dediğini anlamadığımı söyledim. O sırada bilet kuyruğunda önümde sadece bir kişi vardı ve turist olduğumu duyunca nereden geldiğimi sordu. Çekinmeden Türkiye dedim, biraz bozuldu ve hangi takımlı olduğumu sordu. Galatasaray dedim. Kaşlarını çattı, yüzüme baktı. Bir şey yapacağı yoktu ama yine de böyle bir ifade takındı. Tam giderken "Marko için üzgünüm, asla böyle bir şey olmasını istemezdim" dedim ve görüşürüz manasında elini kaldırıp gitti.


Maç öncesi klasik atmosfer vardı ama Sırplar bize oranla daha sakindi. Hem şehir hem stad dışı maalesef beklediğim gibi değildi. Roma ve Atina'da da durum böyleydi. Bu konuda biz çok farklıyız gibime geliyor.
Stad eski, 32.000 kişilik. Muhtemelen daha uzun yıllar Partizan'a ev sahipliği yapacak. Dışı Yunan stadlarında görmeye alışık olduğum grafitilerle süslü. Bu konuda inanılmaz imreniyorum adamlara. Kızıl Yıldız'ın Marakana stadı da böyle. Ayrıca statta Grobari'ye ait bir mağaza da var. Tekstil konusunda fiyatlar Türkiye ile 3 aşağı 5 yukarı aynı olduğu için denk gelirseniz ona göre harcama yaparsanız.











Stada girdikten sonra maçın başlamasına 15 dakika kalmıştı. Tribünler tam dolu değildi, dışarıda hala stada girmeyi bekleyen önemli bir kitle vardı. Kızıl Yıldız'a bir kale arkası verilmişti ama benim bulunduğum bölümde de Kızıl Yıldızlı taraftarlar vardı. Karışık oturuyorlardı ve şöyle garip görüntüler vardı :)


Maç başladıktan sonra ilk olarak Delije sahne aldı. Sis bombaları, meşaleler ve bayraklarla tezahürata başladılar. 2-3 dakika sonra ise Grobari sahneyi devraldı.



Onlar da Delije'den farksızdı. İki tribünde oldukça iyiydi, çok bağırdılar, çok atıştılar. Burada Grobari'ye ayrı bir parantez açmak lazım; Bizde bu tip derbilerde ev sahibi takım taraftarı genel olarak pasif kalır. Maç heyecanı, müşteri zihniyetli taraftarın çok olması ve organizasyon eksikliği nedeniyle. Oysa Grobari'de böyle bir durum yoktu. Kemik kitleleri maç boyunca hiç susmadı, Delije'nin ipleri eline almasına izin vermedi. Bizde bu maçtan 1 hafta sonra oynanan Beşiktaş - Galatasaray derbisi sonrası Beşiktaşlı arkadaşların; kendi tribünlerini eleştirip Galatasaray tribününü takdir ettiklerini düşündüğünüzde ne demek istediğimi çok daha iyi anlayabilirsiniz.

Bunların dışında Grobari maç içinde iki kez koreografi yaptı. İlkinde kendi gruplarının amblemleriyle bir şey yaptılar, ikincisinde ise iki eski futbolcularını andılar. Bu da Türkiye'de hatta dünyada pek gördüğüm bir şey değildi. İlginçti.



Kızıl Yıldız tribünlerinde ise maçın ikinci yarısında birkaç koltuk yakıldı. Ayrıca Partizan tribünlerinde PAOK, Kızıl Yıldız tribünlerinde ise Spartak Moskova ve Olympiakos ile ilgili pankartlar vardı. Kardeşliklerini her yerde gösteriyorlar.

Yeri gelmişken bir dip not da eklemem lazım; Partizan - Kızıl Yıldız derbisi bir Galatasaray - Fenerbahçe ya da Olympiakos - Panathinaikos derbisi gibi bir nefret derbisi değil. Evet, birbirlerini sevmiyorlar ama birbirlerinden nefret etmiyorlar. Adamlar Sırp milliyetçisi ve onlar için her şeyin ötesinde bu var.

Maça gelirsek; tribünler, insanların reaksiyonları ve son dakika golüyle Partizanlıların çıldırması nedeniyle benim için keyifliydi ama oyun kalitesi olarak epey vasat bir maçtı. Temposu düşük, pozisyonu az ve dışardan gelen biri için heyecansızdı. Benim için en güzel kısmı; yıllar sonra Sasa Ilic'i canlı izleyebilmekti. 40 yaşına merdiven dayamasına rağmen hala kaliteydi. Öyle ki; 75 gibi oyuna girip 89'da gelen ve Partizan'a galibiyeti getiren golde kilit pası atan ta kendisiydi. Her ne kadar Roma'da Totti'ye gösterilen sevgi kadar olmasa da; oyuna girerken ve maç sonunda taraftarlardan çok özel bir ilgi gördü.

Gol sonrası Grobari;



Maç sonrası yine Türkiye'de alışık olmadığımız bir durum vardı; iki takım tribünleri de aynı anda stadı terk etti. Bilirsiniz; bizde normal bir maçta en az 45 dakika, derbilerde ise 1,5 saate kadar tribünde bekleme durumu var. Aradaki farkı görünce; hem stada erken girip hem de geç çıkmanın ne kadar anlamsız bir şey olduğunu bir kez daha anladım.
Her neyse, derbi sonrası Partizanlı birkaç kişinin arabadan Kızıl Yıldızlı taraftarlara el hareketi çekmesi dışında herhangi bir olay yaşanmadı (-ki adamlar cevap bile vermedi.). Şehir merkezinde eğlence/kutlama vsr. tarzı bir şey de olmadı. Herkes olaysız, sorunsuz bir şekilde evlerine dağıldı. Sadece Ilic ve Kezman hepinize söyledi :)



Bir sonraki yazıda Kızıl Yıldız'ın Marakana stadı turunu yazacağım.

Saygılar, sevgiler...








6 Kasım 2015 Cuma

Biraz Selanik, Biraz Atina

Öncelikle nasıl geldiğimle başlayalım. Üniversite'den sınıf arkadaşım Batuhan, 2. üniversitesini okumak için (Panteion Üniversitesi) Atina'ya gelmişti. Yaklaşık 2 aydır buradaydı. Kendisiyle yaptığımız sohbetlerde yolum düşerse kesinlikle beklediğini söylemişti. Kısa bir süre sonra yolum düştü :) haliyle ona söyler söylemez programım belli oldu.

4,5 günlük bir tatil olacaktı ancak daha fazla para harcayabilmek için hostel parasından kıstım ve Selanik'i gezme süresini 1 güne indirdim. Normalde 2 Selanik, 3 Atina yapmayı planlıyordum. Gideceğim 17-18 gün önceden belli olduğu için çok ucuza uçak bileti bulamadım. Fiyatlar 180-260 TL arasında gidip geliyordu. Ben de Selanik'ten Atina'ya geçmek zorunda olduğum için gidişi otobüsle, dönüşüyse uçakla yapmaya karar verdim. Ulusoy'dan 28 Ekim TSİ: 21.00 için Selanik biletimi aldım. Selanik'ten de Atina'ya trenle geçmeye karar verdim.

28 Ekim gecesi yola çıktık. Biraz meşakatli bir yolculuk sonrası YSİ: sabah 7'de Selanik'e vardık. Biz henüz kış saati uygulamasına geçmediğimiz için toplamda yolculuk 11 saate yakın sürdü. Bunda sınırda Yunan görevlilerin bizi biraz fazla bekletmesinin rolü de epey büyüktü. Yaklaşık 2 saate yakın sadece burada zaman kaybettik.

1. GÜN - SELANIK
Selanik'e vardık. Otobüste biraz zor da olsa uyuyabildiğim için gayet dinamik hissediyordum. Şoför bizi Aristotle Meydanı'nda indirdi. İner inmez bir şeyler yiyebileceğim bir yer buldum. 5,5 euroya 1 büyük 1 küçük sandviç ve 1 tane taze sıkılmış portakal suyu aldım. Epey güzeldi. Açıkçası 270 euro civarında bir param olduğu için ve kalacak bir yere para vermeyeceğim için çok fahiş olmadığı sürece fiyatları çok sallamadım.



Bir şeyler atıştırdıktan sonra kordona geldim. Tüm sahili gezdim. Kimileri spor yapıyordu, kimileri de ellerinde Frappe'leri oradan oraya gidiyorlardı. Frappe olayı gerçekten hayli ilginç. Özellikle Selanik'te elinde Frappe'yle yürümeyeni dövüyorlar sanırım. Sahile geldiğiniz zaman direk Beyaz Kule'yi görüyorsunuz zaten. (Üstteki 3. fotoğraf) Ben de ortama ayak uydurayım diyerek 1 Frappe aldım ve  Beyaz Kule'ye geldim.

Beyaz Kule'nin önünde bir heykel var. 28 Ekim Yunanistan'da Ohi Bayramı olduğu için önüne çiçekler ve çelenkler bırakılmıştı. (Söz konusu kişinin ismini öğrenmiştim ama şimdi aklıma gelmiyor) 3 Euro'ya biletimi aldım, Kule'yi gezmeye başladım. Hatırladığım kadarıyla 6 kat vardı. Eski bir zindan olduğunu biliyorsunuz zaten. Katlardaki bölmeler birbirine benzemiyor ve her katta farklı eserler/kalıntılar sergileniyor. En üst kata çıktım ve tüm şehre şöyle yukardan bi' baktım. Epey güzeldi. Bol bol da fotoğraf çektim.




Ardından Atatürk'ün evini ziyaret etmek için yola koyuldum. 29 Ekim olduğu için umarım Türk istilası yoktur diye de dua ediyordum :) Yol sırasında 2 tane kiliseye uğradım, biraz içlerinde dolandım. Fotoğraf çektim. Ardından Kamara Meydanı'na geldim. İnternette okuduğum yazılarda burasının gençlerin buluşma noktası olduğu yazıyordu ki hakikaten de öyle. Sürekli ellerinde telefonla sevgililerinin/arkadaşlarının yollarını gözleyenlerle dolu bi' yer. Ne gariptir bizde bu yer Taksim Burger'dır ahaha :D Biraz ilersindeki Rotonda'yı ise maalesef gezme fırsatı bulamadım zira restorasyondaydı.


Biraz yokuş çıkarak çok uzun bir vakit harcamadan Atatürk'ün evine ulaştım. 2 katlı bir ev. Maalesef eşyaların çoğu kaldırılmış ama yine de onu hissedebiliyorsunuz. Şanslıyım ki 29 Ekim olmasına rağmen içerisi beklediğim kadar kalabalık değildi ve tüm evi doya doya gezebildim. Bahçesinde de Türklerle biraz sohbet ettik. Böyle bir günde Ata'nın doğduğu evde olmak tek kelimeyle muazzamdı. (Bu arada müzeyi gezmek için herhangi bir ücret vermediğinizi de belirteyim)




Ata'nın evinden ayrıldıktan sonra şehrin tepesine yaklaşmış olduğum için Ana Poli'ye çıkmak için daha iyi bir fırsat olamazdı. Biraz daha yokuş çıkıp en merak ettiğim yerlerden birine vardım. Buradaki yapının ismi Bizans Surları diye geçiyor. Tepesine çıkmama izin verilmese de banklara oturup manzaranın keyfini çıkardım.





Ardından Atina tren biletini almak için Ana Poli'nin biraz aşağısından otobüse binerek tren garına doğru yolumu aldım. Şimdi önemli bir meseleye değineyim; Gitmeden önce yaptığım araştırmalarda pek çok kişinin bedavaya seyahat ettiğini okudum. Zira garip bir sistem var. Otobüslere ve diğer ulaşım araçlarına istediğiniz yerden biniyorsunuz ve kimse size bilet okutup okutmadığınızı sormuyor. Aslında "ya isterseniz okutmayın" gibi bir şey yok. Okutmalısınız. Ancak dediğim gibi; millet kafasına göre hareket ediyor. Kontroller nadir yapılıyor. Valla yalan söylemeyeceğim, 5 günde sadece ilk kez bindiğim otobüste bilet gösterdim :( Yakalansam 60 Euro'ya kadar ceza yiyebilirdim. Üstüne üstlük başım da belaya girebilirdi ama bu Türk zekası işte. Sorry Greece :(

Tren garına geldim; 25 Euro'ya gece treni biletimi aldım. Sabah ve akşam biletleri 40 Euro'ya yakın ama gece treni 25 Euro. Buradan da hazır yaklaşmışken PAOK'un Toumba stadına doğru yola koyuldum. Hem stadı gezmek hem de atkı koleksiyonuna güzel bir parça eklemek için sabırsızlanıyordum. Stada geldim. Store'dan kazık yiyerek 10 Euro'ya atkımı aldım. Aslında maç olsa işportadan kitleyecektim ama kısmet işte :/ Ardından stadın resepsiyon kısmına geldim. Türkiye'den geldiğimi ve stadı gezmek istediğimi söyledim. Anastasia isimli bir kız beni aldı, stadın içine götürdü. Stadın tarihinden ve Gate 4'ten bahsetti. Türkiye'den gelip stadı gezmem ona biraz tuhaf gelmişti ama oldukça sempatik bir kızdı. Epey sohbet ettik. Stadın içinde ve dışında fotoğraflarımı çekip staddan ayrıldım. Buradan bir şekilde Aris'in stadına gidecektim ancak saat epey ilerlediği için başka bir zamana kaldı maalesef. Bu yüzden de Aris atkısını Aristotale meydanında bir dükkandan aldım. Bu arada Yunanistan'ı adeta sarmış olan grafitti çılgınlığı Toumba stadında da vardı. Keşke biz de Ali Sami Yen'e bu tip şeyler yapabilsek diye düşündüm ama bizde hiç böyle bir kültür yok. Oysa adamlar stadın girişine ve dışına muazzam grafitiler yapmışlar aşağıda gördüğünüz gibi.


Tekrar şehrin merkezine döndüm. Saat de 6'ya gelmişti. Yaklaşık 10 saattir durmaksızın dolaşıyordum. Sırtımda çantam, kolumda fotoğraf makinem ve elimde el çantam olmasına rağmen neredeyse hiç yorulmamıştım. Büyük bir istekle etrafı dolaşmaya devam etmek istiyordum. Öyle de yaptım. Tsimiski caddesine geldim. Zaten o da şehrin göbeğinde ve her tarafa yakın. Boydan boya dolaştım. Lüks mağazaların ve arada da birkaç tane lüks restoranın bulunduğu Selanik'in en önemli caddesi burası.

Tekrar kordona geldim. Burada biraz dinlenip methini okuduğum Ladadika'ya geldim. Bir iki ufak sokaktan oluşan oldukça şirin bir meyhaneler sokağı burası. Açıkçası bir şeyler yemeyi ve inceden demlenmeyi çok istedim ancak tek başıma akşam üstü bir meyhaneye oturmak istemedim.




Bir kez daha kordona geri döndüm. Burada adını hatırlayamadığım bir mekana oturdum. 33'lük bir bira ve çerez söyledim. Arkadaşlar 5 Euro kitlediler. Normalde 1 bira'nın 75 Cent olduğu bir yerde 5 Euro vermek pek tabiki saçmaydı ama mekan fiyatları işte. Yunanlar da tıpkı bizim gibi mekana gelmeden demlenip mekanda bir bira alıp takılıyorlar zaten.

Artık yavaştan Selanik'e veda etme zamanı gelmişti. Hayatımda 3.kez Galatasaray'ın bir maçını canlı izleyememe sebep olsa da bu büyülü şehirde geçirdiğim 1 günü asla unutmayacağım sanırım. Umarım tekrar yolum düşer.


23 numaralı otobüsle yeniden istasyona geldim. Tren de tıpkı Selanik'teki her şey gibi onlarca güzel grafitiyle süslenmişti. Benim gibi Hip Hop kültürüyle yakından ilgili biri için muazzam bir olay bu. Ancak tren epey konforsuzdu ve bazı şeyler çok saçmaydı. Örneğin gece treni olmasına rağmen ışıklar kapatılmadı ve uyumakta epey zorlandık. Bir kızın sivitşörtünü ters çevirip kapşonuyla yüzünü örtüp uyumaya çalıştığını, iki çocuğun da yemek masasında uyumaya çalıştığını gördüm. Ben de perdeyi yüzüme çekmek zorunda kaldım. Şimdi düşününce epey komik geliyor tabi :)


Trenin kalkış saati 23.00 idi ancak 23.30'da kalktı. Atina'ya ise 05.00'de vardık. Arkadaşım Batuhan'ın evi Nea Smyrini'deydi. Bense Larissa diye bir bölgedeydim. Sora sora yine yolumu buldum. İlk olarak metroyla şehrin merkezi Syntagma'ya oradan da Tram ile durağının adını şu an hatırlayamadığım Nea Smyrni'ye geldim. Arkadaşım Batuhan sabahın 6'sı demeden sağolsun beni geldi aldı. Kendisinin evinin bulunduğu yer metroya biraz uzaktı. (Yaklaşık 15-20 dakika) Panionios takımının bulunduğu stada ise 5 dakika uzaklıktaydı. Aslında bu durum beni epey sevindirmişti. Zira Panionios'u da stadını gezmek ve atkısını almak istediğim takımlar arasına eklemiş oldum.


Yorulmuştum biraz. Ayak parmaklarım da su toplamıştı ancak sadece 3,5 saat uyuyup Atina sokaklarına attım kendimi. Batuhan yatmadan önce Syntagma meydanına nasıl gideceğimi anlatmıştı. Zira dersleri dolayısıyla gündüz bana eşlik edemeyecekti. Evin 2-3 dakika mesafesinden geçen A2 numaralı otobüsle 15-20 dakikada merkeze varabiliyorsunuz meydana. Yalnız Yunanistan'daki otobüslerle ilgili bir ekleme daha yapayım; seyrek geliyorlar. Bazen bir otobüsün gelmesi için yarım saat beklediğimi biliyorum. Aklınızda bulunsun.

2. GÜN - ATINA
Meydana gelmem 11'i bulmuştu. 1 saat sonra Hükümet binası önünde askerlerin nöbet değişimi olacağını öğrendim. Civarda biraz gezindim, güzel bir mekanda yine 1 küçük 1 büyük sandviç yedim ve Hükümet binasının oraya geri döndüm. Yaklaşık 10-15 dakika boyunca askerleri izledim. Çok beğendim. Özellikle senkronlarına hayran kaldığımı söylemeliyim.





Tören sonrası Ermou Caddesi'ni gezmeye başladım. Bizim İstiklal'i andıran bir havası var. Pek çok önemli mağazayı içinde barındırıyor. Ayrıca ara sokaklarında çok güzel restorantlar ve pastaneler de mevcut. Ben tüm gezim boyunca bir mekana ikinci kez gitmediğim için size pek şuraya gidin buraya gidin diyemeyeceğim ama gerçekten yemek kültürü çok iyi Yunanlar'da. Yani gittiğim her yerde tadı damağımda kalan lezzetli yiyecekler yediğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. (ÇÜNKÜ SÜREKLİ FAST FOOD YEDİM) :D

Ermou Caddesi'nde ilerleyerek Monastiraki Meydanı'na varıyorsunuz. Yani yolun başı Syntagma, sonu ise Monastiraki'ye çıkıyor. Bu yüzden de burası Atina'nın kalbi demek oluyor. Monastiraki'ye şöyle bir bakındım ve açıkçası hemen geri döndüm zira ilk hedefim tabiki; Acropolis!

Acropolis'e metroyla geldim. Normalde giriş biletleri 15 Euro ancak burada yine Türk zekam devreye girdi ve nolur nolmaz diye yanımda getirdiğim 2 yıl önce mezun olduğum üniversite kartımla 7 Euro'ya girdim içeri. Siz yapmayın :( Yaklaşık 3-4 saat boyunca bu büyülü yerde gezdim. Çok sayıda fotoğraf çektim. Atina'yı tepeden izledim. Çok fazla detay yazmak istemiyorum. Büyüsü kaçmasın ancak tarihe biraz ilgili birinin ayaklarının yerden kesileceğini rahatlıkla söyleyebilirim.











Acropolis'ten çıkarken Plaka'ya gitmemek olmazdı. Bizim Galatasaray'daki Fransız Sokağı'na benzer bir yer. Epey güzel kafeler var ve gündüz vakti genellikle tıpkı benim gibi Acropolis'ten çıkmış turistlerin soluğu ilk aldıkları yer. 2,5 Euro'ya bir frappe aldım ve birazcık da olsa dinlenme fırsatı buldum.

                                  

                              
                               
                                  

Buradan da çıktıktan sonra Monastiraki'ye doğru yürümeye başladım. Giderken yol üzerinde biraz da alışveriş yaptım. Burada Olympiakos, Panathinaikos ve AEK'in resmi mağazaları da bulunuyor. Ayrıca Türkiye'de hiç görmediğim bir Ultras Store da vardı. Doğrusu kibar tabirle hem turistleri öpmeye çalışan hem de fiyatları gayet makul olan mağazalar var ancak ilginçtir bizim Türkiye'deki mağazaların aksine neredeyse çoğu indirime yanaşmıyor.




Burayı da gezdikten sonra tekrar Monastiraki'ye geldim. Euroleague'de geçtiğimiz hafta oynanan Panathinaikos - Karşıyaka maçından sonra bazı Karşıyakalı arkadaşlar burada imzalarını atmışlar. Birkaç yerde KSK tagleri vardı. Atina'da normalde pek karşılaşmayacağınız Afrikalı göçmenlerle ve Roman dilencilerle burada karşılaşabilirsiniz. Meydan güzel. Ara sokaklarında güzel gece kulüpleri ve muazzam Souvlaki'ler yiyebileceğiniz mekanlar var.




Souvlaki dönerin farklı bir versiyonu, ekmeği farklı, pideye benziyor ancak gerçekten kendine has bir tadı var. Fast food severler zaten epey beğenirler. Aklımda kalmış mekanlardan biri olan Monastiraki'deki Bairaktaris Tavern'de yemenizi şiddetle tavsiye ederim. Benim yediğimin en iyi oradaydı.


Souvlaki'yi gömdükten sonra tekrar bir tura çıktım. Yavaş yavaş yürüyerek ilk önce Central Market denilen et pazarına geldim. Evde yemek yapabilme ihtimalimiz olsa buradan harika bir alışveriş yapar, muazzam bir ziyafet çekerdik ama onu da bir dahaki sefere bıraktım :) Daha sonra Kolonaki'ye doğru yürüdüm. Atina'nın Nişantaşı semti desek yalan olmaz sanırım. Epey lüks mağazalar ve restoranların bulunduğu bir yer. Sadece tek bir kez burada gezebildiğim için pek detay veremeyeceğim.



Öyle aylak aylak yürürken şu an adını hatırlayamadığım bir meydana çıktım. Şehirdeki muazzam yapılar karşısında büyüleniyordum adeta. Hiç harita falan düşünmeden yürümeye devam ettim ve Atina Üniversitesi civarına geldim. Burayı görünce ciddi anlamda göğsümün üstüne öküz oturdu desem yalan olmaz. O kadar güzel bir yapı ki; şöyle bir yerde Erasmus yapabilmek için pek çok şeyden vazgeçerdim sanırım. O denli güzeldi. Atina'ya gittiğiniz zaman kesinlikle görmelisiniz diyebileceğim yapılardan biri.



Tekrar Syntagma civarına geldim. Burada biraz oturdum ve etrafı izledim. Yorgun değildim ancak biraz üşümüştüm. Ardından da semte döndüm :D Semt bizim artık. Nea Smyrini'liyiz, Panioniosluyuz! :)

10'a doğru eve geldim. Büfeden ikişer bira aldım. Batuhan'la sohbet edip Fix'leri gömdük :) Fix buranın yerel bira markası. Hiç de fena değil bence :)


3. GÜN; PIRAEUS
Aslında burasının bir şehir olduğu da söylenir ancak şu an Atina'nın limanı olarak geçiyor. Geçtiğimiz gece sohbet fazla sürünce yatmamız 02.00'yi bulmuştu ve ben 3 gündür aslında tam anlamıyla uyuyamamıştım. Bugün de ne yazık ki değişen bir şey olmadı :) Sabah 9'da ayaktaydım. Batuhan bana nasıl gideceğimi söylemişti ancak sabah kahvaltısını yine Ermou civarında yapmak istediğim için Syntagma'ya geldim. Kahvaltımı ettikten sonra da metro ve tren aktarmasıyla Pire'ye doğru yola koyuldum.

Pire limanına gelmeden 1 durak önce indim. Zira ilk hedefim olan Olympiacos'un mabedi Karaiskakis Stadyumu'na varmıştım. Tabi ilk olarak aklıma Mondragon - Djordjevic ve Fatih Terim - Sabri Sarıoğlu ikilileri geldi. Fanatik kardeşlerim olayları hatırladı bile :) Neyse. Trenden iner inmez yine büyüleyici graffitiler stad etrafını sarıyordu. Birkaç fotoğraf çektikten sonra stadın içini gezmek istedim ancak Cumartesi olduğu için kapalı olduğu ve dilersem müzeyi gezebileceğimi söylediler. Ben de el mahkum öyle yaptım. Müzelerini çok beğendim. Taraftar grupları Gate 7'nin de izlerinin yoğun olarak hissedildiğini gördüm. Mesela bizim Galatasaray Müzesi'nde ultrAslan'a dair pek bir şey bulamazsınız ancak burada durum öyle değil. Zaten stadın çevresindeki graffitiler de genellikle Gate 7 üzerine kurulu. Bu arada statta dövüş sporları yapılan salonlar ve kafelerde bulunuyor. İnsanlar normal günlerde de burada vakit geçirebiliyor yani. (SÖZDE BİZDE ARENA'DA BÖYLE TAKILACAKTIK)





1 saate yakın zaman geçirdikten sonra son durağı da geçip Pire Limanı'na vardım. Liman çevresinde pek bir şey yok. Selanik ve Atina'ya göre burada sık sık göçmen de görebiliyorsunuz. Sonuç da bir liman şehri, çok da şaşırmamak lazım. Burada biraz sağı solu turladıktan sonra asıl gitmek istediğim yer olan Marina Zeas'a doğru yola çıktım. 904 numaralı otobüsle buraya gidebilirsiniz. Bilginiz olsun.



Yaklaşık 20-25 dakika civarında bir sürede Marina'ya vardım. Hava kapalıydı ve biraz rüzgarlıydı. Yol üzerinde çok güzel balık restoranları ve kafeler gördüm. Marina'nın başında indim. Boydan boya şöyle bir gezdim. Yine epey fotoğraf çektim. Burada da Olympiacos'un havasını hissediyorsunuz. Zaten çeşitli yerlerde de bayrakları var. Marina'nın başındaki kafede yine bir Frappe söyledim. (YUNANLAŞMA SÜRECİ) Biraz dinlendim ve sonra tekrar yola koyuldum. Bu sefer otobüsle geldiğim yerleri yürüyerek gezdim.





Güzel bir restoranda balık yemeyi planlıyordum. Faros diye bir mekana girdim. İçerisi girdiğim anda çok doluydu ancak ben yemeğimi bitirmek üzereyken epey boşaldı. Orta boy (böyle geçiyor) Kalamar, Yunan Salatası ve iki duble Uzo'ya 18 Euro verdim. 4 tane de tereyağlı kızarmış ekmek vardı. Kalamar'ı çok severim ama burada sanki bir ayrıydı. Tek başıma olmama hiç aldırmadım. Muazzam bir yerde evimden çok uzakta inanılmaz bir huzur kaplamıştı içimi. Hafif mayhoşluk etkisi sanırım :D





Atina'ya dönmek için tekrar yola çıktım. 2 duble de olsa Uzo birazcık mayhoşlaştırmıştı. Şansıma rüzgar durmuş, biraz da güneş açmıştı. Tertemiz bir hava vardı. Yürümeye başladım. Harika yerler gördüm. Keşke yaz mevsimi olsaydı da şuralarda yüzebilseydim diye içimden geçirdim ama bir gün neden olmasın diye kendimi teselli ettim :(


Epey bu şekilde yürüdükten sonra otobüse bindim ve tekrar tren istasyonuna geldim. Trene binerken de Batuhan'ı aradım. O da okuldan ve halletmesi gereken işlerinden kurtulmuştu. Syntagma'da buluştuk. İlk önce güzel bir yerde Souvlaki yedik. Ardından da geceye hazırlık açısından güzel bir kafede oturup vakit geçirdik.



Daha sonra Monastiraki'ye yakın çok güzel bir bara gittik. İki sap olmamıza rağmen ve günlerden Cumartesi olmasına rağmen tüm mekanlar bizi içeri davet ediyordu. Bunu özellikle belirttim çünkü bir de İstanbul'daki mekanları hayal edin. Tabi bunda insan kalitesinin büyük etkisi var ama yine de şöyle bir ilgi, alaka görmek memnun ediyor insanı. Çok garip ama mekanların çoğunu kızlar oluşturuyor. Belki de bu yüzden bizi gören mekan çalışanları üstümüze atlıyordu :D İsmini yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım AFA diye bir mekana girdik. İkişer bira ve ikişer vodka için 30 Euro civarında bir hesap ödedik. Türkiye standartlarına yakın denilebilir. Gece saat 2'ye kadar burada takıldık. Çok da güzel vakit geçirdik. 


Dip not: Turuncu saçlı kız... Ben seni nasıl unutacağım ya? Hayatımda bu kadar güzel yüzü olan çok az insan görmüşümdür sanırım. Tek kelimeyle büyüleyiciydi. Hani bazı insanlar vardır ya bam telinize dokunur. Bu da öyle oldu sanırım. Umarım paralel evrende ona kavuşabilirim asjsjsjaljsl :D

4. GÜN - ATİNA - NEA SMYRNI

Dün gece yatmamız 4'ü bulmuştu. Ben de 4 gündür adam akıllı uyku çekememiştim. Bu yüzden uyanmamız 12'yi buldu. 8 saat de olsa güzel bir uyku çekebildim sonunda. Güne Batuhan'ın komşusunun hamur işleriyle başladık. Çok lezzetliydi her zamanki gibi. Zaten adamlarda kötü yemek = yok :(

Evden çıktık ve semtimizin takımı Panionios'un stadını gezmeye gittik. Tabiki Karaiskakis'te yaşadığım hatıraların bir benzerini de burada yaşadım ve Serkan Çalık - Hakan Şükür ikilisini tebessümle andım :) Bir de Bordeaux'lu oyuncuları :D Hoş, burada kazanmasalar biz de Leverkusen'den 5 yemeyecektik ama sağlık olsun :) Neyse.

Burası da her Yunan takımının stadı gibi graffitilerle süslenmişti. Çok bilinmese de oldukça eski bir takımdır. İzmir takımıdır ve kuruluşu da 1890'dır. Stadın içine lokalden girdik. Kimse bir şey demedi. Normalde de akşam saatlerinde bölge halkı burada spor yapıyormuş. Yalnız stadın gezisini sona bıraktığım için ne yazık ki atkılarını alamadım. Tek alamadığım atkı da bu oldu zaten. Artık Batuhan halledecek :)


Bu arada belirtmekte fayda var, ne yazık ki bulunduğum hafta stadına gitmek istediğim takımlar arasında sadece Panathinaikos'un kendi sahasında maçı vardı. Onun maçı da AEK derbisi olduğu için bilet bulamadım :( Olympiakos, Panionios ve AEK deplasmandaydı. PAOK ve Aris'in de benim olduğum gün maçları yoktu. Başka zamana kısmet.

Şanlı Panionios'umuzun stadından ayrıldıktan sonra semtimizin meydanına geldik. Kafeler Pazar günü olduğu için tamamen doluydu. Maalesef bu yüzden meydanda 15-20 dakika gezinmek zorunda kaldık. Sonunda ilk boş bulduğumuz yere çöktük. Yaklaşık 1, 1.5 saat kadar burada takıldıktan sonra hiçbir futbol maçına gidemedim bari efsane OAKA'yı görelim dedim ve Panathinaikos'un Kolossos Rodou maçı için yollara düştük. OAKA, Irini semtinde bulunuyor. Nea Smyrni'den gitmemiz biraz uzun sürdü. Sanırım 45 dakika - 1 saat arası bir sürede vardık.

Panathinaikos'un Futbol ve Basketbol stadları birbirine uzak ve o gün basketbol ve futbol maçlarının arasında 45 dakika vardı. O yüzden Paolu taraftarlar ve Gate 13 futbol maçını tercih etmişlerdi. Ancak biz geldiğimizde de gişede bir kuyruk vardı. Açıkçası başta anlayamadık ama bu sene başlayan bir sistem yüzünden böyle bir durum söz konusuydu. ANKA denilen bir durum vardı. Sosyal Güvenlik Numara'nızı vermeden stada giremiyorsunuz ve işlemler de uzun sürüyor. 15-20 kişilik bir kuyrukta biletimizi yarım saatte zor aldık. Ben turist olduğum için pasaportum sayesinde biletimi aldım. Batuhan da benzer bir şekilde halletti işini. Yalnız isim yazılı bilet, koleksiyonum için epey güzel bir parça oldu :)


Bir dip not daha ekleyeyim; Gişe görevlisi bize nereden bilet almak istediğimizi sordu. Ben fiyatlarını söyler misiniz dedim. (FA-KİR-LİQUE) 5, 15 ve 20 Euro olarak değiştiğini söyledi ancak 15 veya 20 Euro'luk biletlerden alın, en güzel yerlerden izlersiniz dedi. Lan olm biz Konstantinopoli çocuğuyuz, tribünlerde büyüdük. Yer miyiz bu numaralı dedim. O da what are you talking about bro dedi :D Tabi adamın son cümlesi hayal ürünü ama sen 5 Euro'lukları yolla panpa dedim. En üstten verdi sağolsun da stad zaten boş, dünyanın neresinde olursanız olun boş stadda istediğiniz yere geçersiniz. Bu kadar basit.

Stada girdik. Abdi İpekçi'yle kıyaslarsak daha büyük ve bence daha görkemli. Umarım bir gün stadın tamamen dolu olduğu bir maça da gelmek nasip olur, zira epey etkileyeciydi. Yalnız garip bir durum var; içerde sigara içiliyor lan ahaha :D Bildiğin kapalı alanda o biçim tüttürüyor Yunan arkadaşlar. Kulüplerde ve restoranlarda da durum böyle ama stadda görünce epey garipsedim :)




Pao oldukça rahat bir galibiyet aldı. Biz fotoğraflarımızı çektik ve maç bitiminde staddan ayrıldık. Ardından Monastiraki'ye gidip yine Souvlaki yedik. Ne yalan söyliyim; yedikçe yiyesi geliyor insanın, öylesine güzel :)

5. GÜN - ATİNA
Aslında 5 gün dedim ama 4,5 gün demek daha doğru sanırım. Zira bugün dönüş günüydü. Batuhan'la beraber sabah erken saatte kalktık. O okula gitti, ben de Syntagma'ya. Vedalaştık. İlk olarak Hadrians Arch'ı ardından da Acropolis biletimle Zeus Tapınağı'nı gezdim. Son olarak da yine 5 Euro'ya bilet alarak eski Olimpiyat Stadı'nı gezdim.



Buradaki gezilerimin ardından Ermou Caddesi'nde Karaköy Güllüoğlu Baklavacısı'nın (ki benim gördüğüm nadir Türk yerlerinden biri) yanındaki bir yerde kahvaltı ettim. Sonra da Havalimanı'na doğru yola çıktım.

Burada değişik bir durum var; önemli bir bilgi olarak ekliyorum; Havalimanı'na metroyla giderken 3 durak kala inebiliyorsunuz zira anladığım kadarıyla 20 dakikada 1 gelen metro sadece Havalimanı'na gidiyor. (Oysa görüntüde hepsi gidiyor gibi) Ben bu yüzden 3 durak kala indim ve 17 dakika boyunca Havalimanı'na giden metroyu bekledim. Bu arada metro yollarını şuraya ekleyeyim, belki birinin ihtiyacı olur;


Pegasus ile geldim. Gayet keyifli ve hızlı bir yolculuk oldu. Beklenenden 22 dakika önce geldik ve kısa Yunanistan macerası bu şekilde sona erdi.

EKLEMELER;
İnsanlar çok saygılı, birbiriyle kavga eden, tartışan pek kimse yok. Oldukça yardımseverler. Yalnız internette yazan %86'sı İngilizce biliyor iddiası külliyen yalan. Bilmiyorlar. İngilizce bilen sayısı çok yüksek değil. Çoğuyla tek tük kelimelerle anlaşıyorsunuz ve bilenler de ne yazık ki Yunan aksanıyla İngilizce konuşmaya çalışıyorlar. Bazen "ne dedi ya bu?" diye bi' 5-10 dakka düşünmeniz olası yani :)

Otobüsler asla tıka basa olmuyor. Rahat rahat seyahat ediyorsunuz. Yalnız yazıda da belirttiğim gibi bir otobüsü yarım saate kadar bekleme olasılığınız var, dakik de değiller.

Kızlar gerçekten güzel. Yunanistan'a daha önce pek çok kez gelmiş kuzenim hiç beğenmediğini söylerdi kendilerini ama ben gayet de beğendim.